Merhaba,
#UzmanGörüşü serimizin dördüncü sayısıyla karşınızdayız.
Bu sayımızda, İLKE Vakfı Araştırmacısı Enes Koru, Türkiye’de çalışma hayatının bireysel yaşamı nasıl şekillendirdiğini, uzun mesai saatlerinin sağlık, aile ve toplumsal refah üzerindeki etkilerini ele alıyor.
İyi okumalar!
Ömer Burak Tek
Rapor Bülteni Direktörü

Türkiye’de Çalışma Hayatı ve İş-Yaşam Dengesi
Hayatımızın büyük bir kısmını çalışarak geçiriyoruz. Bu nedenle, çalışma koşulları gündelik yaşamın tamamını doğrudan etkiliyor. Bu koşulların en temel unsurlarından biri ise çalışma saatleri.
Çalışma süresi, yalnızca emek piyasalarının teknik bir göstergesi değil; aynı zamanda bir ülkenin yaşam kalitesini, toplumsal refahını ve ekonomik verimliliğini doğrudan etkileyen belirleyici bir parametre. Bu çerçevede, Türkiye’deki çalışma hayatının bireysel yaşamdan toplumsal düzeye kadar uzanan etkileri, giderek daha fazla dikkat çeken bir tartışma alanı haline geliyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre, Türkiye’de haftalık ortalama çalışma süresi 43,8 saat. Bu oranla Türkiye, 188 ülke arasında en uzun süre çalışan 33. ülke konumunda.
Avrupa özelinde ise Türkiye, en yüksek ortalama mesai süresine sahip. Eurostat, 2023 yılında Avrupa Birliği'nde 20-64 yaş aralığındaki kişilerin ana işlerinde haftalık fiili çalışma süresini ortalama 36,1, Türkiye’de ise 44,2 saat olarak tespit ediyor.
Türkiye’nin dikkat çeken bir diğer yönü ise, uzun saatler boyunca çalışanların oranının oldukça yüksek olması. Haftalık 50 saat ve üzeri çalışma, genellikle uzun çalışma süresi olarak tanımlanıyor.
Türkiye’de çalışan her dört kişiden biri (%27,2) haftada 50 saatten fazla çalışıyor. Daha çarpıcı olan ise haftada 60 saati aşan mesailer. OECD genelinde bu oran ortalama %4,4 seviyesindeyken Türkiye'de %15,1.
Çalışma süresine ek olarak, işe gidiş geliş süreleri de büyük şehirlerde çalışanların günlük yaşamını zorlaştıran önemli bir faktör. Özellikle İstanbul’da son yıllarda merkezden çepere doğru yaşanan göç hareketliliği, işe ulaşmak için harcanan süreyi arttırıyor.
Çalışma süresi yalnızca işyerinde geçirilen zamanla sınırlı kalmıyor. İşe gidip gelmek için harcanan süre de dikkate alındığında, Türkiye’de ücretliler günlük yaşamlarının önemli bir bölümünü fiilen çalışmaya ayırıyor.
Mevcut durum yalnızca sürelerin uzunluğunu değil, çalışma yaşamına dair daha derin yapısal sorunları da gözler önüne seriyor. Çünkü uzun çalışma saatleri bireysel ve toplumsal çok boyutlu zararlar doğuruyor.
Uzun saatler boyunca çalışmak kalp hastalıkları, yüksek tansiyon vb. kronik rahatsızlıkların yanı sıra, tükenmişlik sendromu, depresyon ve anksiyete gibi ruhsal sorunların da riskini artırıyor.
Yorgunluk, dikkat dağınıklığı ve karar verme yetisinin azalması nedeniyle iş kazası riski ciddi biçimde yükseliyor. Nitekim, doğrudan ana sebebi olmasa da Türkiye, çalışan sayısına oranla iş kazaları ve işçi ölümleri en yüksek ülkelerden biri.
Uzun çalışma saatlerinin etkileri yalnızca bireysel sağlıkla sınırlı kalmıyor; aile yaşamı ve demografik tercihler üzerinde de belirleyici bir rol oynuyor. Bireylerin ebeveynlik rollerini sağlıklı biçimde yerine getirmesini zorlaştırıyor ve aile ilişkilerini zayıflatıyor. Bu durum, çocuk sahibi olma kararlarını da doğrudan etkiliyor.
Türkiye’de kurumsal çocuk bakım hizmetlerinin ve ebeveyn izinlerinin sınırlı olması, uzun çalışma saatleriyle birleştiğinde doğurganlık üzerinde baskılayıcı bir etki yaratıyor.
Bu tablo doğrudan bir iş-yaşam dengesi sorununun da göstergesi. İş-yaşam dengesi, bireyin iş yaşamı ile kişisel yaşamı (aile, arkadaşlık, kişisel zaman, dinlenme ve diğer sorumlulukları) arasında sağlıklı ve sürdürülebilir bir denge kurabilmesi anlamına geliyor. Bu kavram, kişinin ne yalnızca işle boğulması ne de işle tüm bağlarını koparması gerektiğini değil, her iki alanı da tatmin edici şekilde sürdürebilmesini ifade ediyor.
OECD’nin Better Life Index’i bu dengeyi ölçen en kapsamlı uluslararası araçlardan biri. Endeks, uzun çalışma saatleri ve kişisel yaşama ayrılan süre gibi göstergelere dayanarak ülkelerin iş-yaşam dengesi performansını karşılaştırıyor.
Türkiye, OECD ülkeleri arasında Meksika, Kolombiya ve Kosta Rika’nın ardından en düşük skora sahip dördüncü ülke. OECD raporuna göre, Türkiye son yirmi yılda vatandaşlarının yaşam kalitesini iyileştirmede önemli ilerlemeler kaydetmiş olmasına rağmen iş-yaşam dengesi alanında hala zayıf bir performans sergiliyor.
Türkiye’de iş-yaşam dengesinin bu denli zayıf olmasının ardında ise yapısal nedenler yatıyor. Her şeyden önce, Türkiye’de yasal haftalık çalışma süresi oldukça yüksek (45 saat).
Bunun yanı sıra, fazla mesai kültürü de oldukça yaygın. Birçok işyerinde sürekli erişilebilir olma beklentisi artık norm haline gelmiş durumda. İş başvurularında sıkça yer alan “esnek çalışma saatlerine uyum sağlamak” kriteri, çoğu zaman çalışanın hayatının tüm zaman diliminde işe hazır bulunması anlamına gelebiliyor.
Performansa dayalı prim sistemleri, yüksek rekabet ortamı ve sürekli hedef baskısı, işin yalnızca mesai saatleriyle sınırlı kalmadığı, bireysel yaşamın tüm alanına yayıldığı bir çalışma kültürünü besliyor. Bu durum da çalışanların zihinsel ve fiziksel sınırlarını zorlayan, kişisel yaşamla iş yaşamı arasındaki sınırların silikleştiği bir düzeni normalleştiriyor.
Bu tabloyu ağırlaştıran bir diğer etken ise güvencesizlik ve sendikal örgütlenmenin zayıflığı. Türkiye’de kamu sektöründe çalışan işçilerin %76’sı sendika üyesiyken, özel sektörde bu oran yalnızca %7.
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) her yıl Global Rights Index raporu yayınlıyor. Endeks metodolojik açıdan eleştirilebilir olsa da rapora göre Türkiye -hakların güvence altında olmadığı çatışma ve savaş bölgeleri dışındaki ülkeler hariç tutulduğunda- çalışanlar için en kötü 10 ülke arasında yer alıyor. Bu durum, işçilerin büyük çoğunluğunun toplu hak arama ve işyeri koşullarını dengeleyecek mekanizmalardan fiilen yoksun olduğunu ortaya koyuyor.
Tüm bu yapısal dengesizlikler içinde en temel sorulardan biri de şu: İnsanlar uzun saatler boyunca çalışıyor; peki, karşılığını alabiliyor mu?
Bu, başlı başına bir tartışma konusu. Ücretlerin kalıcı biçimde artabilmesi, çalışma saati başına düşen üretkenliğin yükselmesiyle de ilişkili. Dolayısıyla istihdam piyasaları, “çok çalış, az kazan modeli” yerine, daha fazla nitelikli iş üretmek zorunda. İhtiyaç duyulan şey, daha uzun değil; daha nitelikli, verimli ve insani bir çalışma düzeni.
Uzun çalışma saatleri kısa vadede ekonomik kazanç sağlıyor gibi görünse de orta ve uzun vadede çalışan sağlığı, toplumsal refah üzerinde ciddi maliyetler yaratıyor. Bu durum, “yaşamak için çalışmak” değil “çalışmak için yaşamak” fikrinin hâkim hale gelmesine neden oluyor.
Bu çerçevede, daha kısa süreli ama daha verimli ve adil ücretlendirilmiş bir çalışma rejimi hem bireysel iyi oluş halini hem de toplumsal refahı güçlendirecek bir politika hedefi olarak önümüzde duruyor.
#UzmanGörüşü’nün dördüncü sayısından bu kadar.
En büyük gücümüz, siz değerli okuyucularımız. Bağımsız bir medya platformu olarak, yakında Patreon hesabımızı aktif şekilde kullanmaya başlıyoruz. Dilerseniz buraya tıklayarak hesabımızı inceleyebilir ve bize destek olabilirsiniz.
Rapor Bülteni’yle ilgili her türlü görüş, öneri ve iş birliği teklifi için raporbulteni@gmail.com adresine e-posta gönderebilirsiniz.
Rapor Bülteni Direktörü Ömer Burak Tek’e ise omerburaktek@gmail.com adresinden ulaşmanız mümkün.
Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle. Hoşça bakın zâtınıza.